Nefesimiz gırtlağımızda boğumlansada
Boyuyor dünyayı şarabın rengi
Yağıyor üstümüze ikiyüzlülük, namussuzluk
Bireyler birbirinin yaşamını çalmakta
Yaşam var insanı elden ele mutluluğa sürükleyen
Yaşamcık ise insanı insana yabancılaştıran, ötekileştiren
Gülermiyim ben de birgün acaba
Bir gün olur diğer canlılar gibi
Sorgulamamız gerekir birbirimizi, zamanı geldi de geçiyor, yüzyıllardan beri alışa gelen niçin sorularıyla birbirimizin kafalarına vurmaksızın bu duygusal düşünce eylemsel birlikteliğini beyinlere kazımanın yeri ve zamanı, defalarca anlatılmakta ve vurgulanmakta bu konu. Sürekli şikâyet etmekteyiz, dost meclislerinde: namuslu, dürüst, sözünün eri birey kime denir, diyerek. Kullanılan kelimeler içtenlikden uzak abartı içerir çoğu kez, asıp, kesip gürleriz ve birbirimizi suçlarız, hâlbuki olayın içeriğine girmeksizin, aslı yordamı bilmeksizin.
Hiçbir bireyin dörtdörtlük bir bilince sahip olmadığı öğretilmiştir, bize. Bireyi huni biçimine sokan kalıplaşmış duygusal düşünce bilincine oturtan davranışların aslında toplumsal hezeyanlar tarafından biçimlendirildiği gün gibi aşikâr ortadadır, duygu sömürüsü bu kalıplaşmış önyargının bireyler üzerinde etkileşiminin bir aynasıdır. Kendini acındırarak ortaya çıkar ilk başta, küçümsemeler, tehditler, aşağılamalar sarar ruhu selviler gibi dizilmiş sürüler boyunca. Nerede kaldı o zaman “iyi insan” olmanın niteliği. İyi insan kimdir? Şimdi bu sorunun yanıtını bulmaya çalışalım.
Kavramlar üzerinde durursak eğer, iyi; “istenilen, beğenilen nitelikleri taşıyan, beğenilecek biçimde olan, kötü karşıtı” demektir. Sanki yuvasını yapan leyleklerin birbirine hizmet etmesi ve gökkuşağının renk çümbüşü altında sevgi duvarının örülmesi gibi. İyi birey ise; “iyilik yapma işlevini öz yapı haline getirmiş kişi”olarak nitelendirilmiştir. Sevgiyle, duyarlılıkla, dik duruşla örülen doğası içinde hırsızlığa, yalana, verilen sözlerin yerine getirilmeyişine karşı mücadele etmek, “insanı insan yapan” başlıca niteliklerdir. Çünkü doğa devingenlikle birlikte sürekli yenilenme, bir sonraki kuşağa iyiyi, doğruyu, güzeli geçirme yetisi içindedir.
O zaman bir birey neden “iyi birey” olma gereksinimi duyar? Onu iyilik yapmaya iten ölçütler nelerdir? Herşeyde olduğu gibi bu ölçütlerin herbiri çocukluktan gelen dürtülerde, şartlanmışlıklarda, önyargılarda koşullanmaktadır. Çocuk öz yapısı gereği ebevynlerinin istemediği davranışları sergilerse çeşitli fiziksel şiddet tutumlarıyla karşı karşıya kalır.
Ya kulağı çekilir, ya da yanağına tokat yer, uslu durduğunda ne iyi çocuk diyerek sevilir, çocuğun altbenliğinin en sağlam kısmına “iyi olursan sevilirsin, ayakkabı alırlar; kötülük yaparsan cezalandırılsın, ayakkabı almazlar” bilinci yerleştirilir. Sonra çocuk televizyona yönelir, herkese iyilik yapan film kahramanı övülür ve sevilir, böylece çocuk iyilikle ilgili öğrenmesi gereken bilgiyi artık öğrenmiştir, dikkati çekilen en önemli yapay bilgi ise ötekinden karşılık beklenerek yapılan bir alış-verişe dönüşmüş olmasıdır çocuğun bilinçaltında. Bu yüzden belki uygular belki uygulamaz ama bu kural artık onun doğrusudur. Ödül-Ceza duygusal düşüncesinin çocuğa benimsetilmesiyle “iyi bir insan”olması gerektiği öğretilmiş olmaktadır, bu amaç doğrultusunda, çorak topraklarda büyümeye yüz tutmuş gelinciklerin serpilmesinde olduğu gibi.
Bu çocuk yetişkin bir ergin olduğu zaman altbenliğinde bilgi yine aynı kalalacağından dolayı “menfaatlerim için iyilik yaparım” davranışsal bilinci eylemlerinde hüküm sürecektir, ötekini sömürmeye yönelik fırsat kollayan bir kişiliğin güvenilir olması beklenmez, ancak bu nitelik özelliğini taşıyan kişiler asalak, kan emici ve soyguncu kişilik yapısından başkası değillerdir. İşte bu nitelik özelliği sergileyen kişiler artık iyi değil, kötülerdir, kötü insan; güvenilmez, sağduyusuz, sevgiyi satın alınabilir bir araç olarak gören uzayın dip bilinmez köşelerinde yaşayan varlıklardan ne farkı olabilir ki!
Bu asalak olarak nitelendirilen namüsait kişilikler ötekileri kendi çıkarları doğrultusunda kullanıp zeytinyağı gibi üste çıkmayı kendilerine hedef seçerek maddenin bir parçası olarak kendilerini kabullendirmeye çalışmaları onların yanlızlık çukurunda her geçen gün ölmelerine neden olacaktır. Hayır, bir de haksız oldukları halde kabadayımsı bir takım davranış tutumlarına girmeleri, ötekileri tehdit unsuru sayarak laf canbazlığında bulunmaları hangi statüde olursa olsun onları paradoksal ikileme itmeye mecbur bırakacaktır.
Toplum bir ulusun temeli, bir bedenin hücreleri gibi gibidir. Yardımlaşmanın olduğu toplumlarda huzur, refah ve mutluluk gerçekleşir. Karşılıksız, beklentisiz ama ne yapacağını bilen iyi bireylere tüm dünyanın keşfedip kucaklaması ulaşmamız gereken hedefimiz olacaktır, yalansızlığın ve samimiyetin daha çok yaşandığı bir dünyaya dörtelle sarılmanın vakti geldi de geçmektedir zaten, umuda çalan renk sarmalları içinde oyuncağını kaybetmiş ama sonra bulan çocukta olduğu gibi.
H. Senday TUNCER